22 Şubat 2013 Cuma



Kemal Atatürk’ün Balkan ve Ortadoğu Politikaları

Kemal Atatürk vefat ettikten sonra, en yakınındakiler başta olmak üzere pek çok kişi iftira ve karalama kampanyaları düzenlemiştir. Hilafetin kaldırılmasıyla başlayan bu karalama kampanyaları, ilerleyen dönemlerde dinsiz olmasına ve İslam ülkeleriyle olan münasebetlerin kasten ortadan kaldırıldığına kadar uzanmıştır. Bu kara propagandayı yapanlar; iddialarının doğruluğunu ispat edebilmek için akli dengesi yerinde olmayan, Kemal Atatürk’e şahsi kini olanların kaynaklarını ortaya sürmüşlerdir. Bu şahısların başında hiç kuşku yok ki Rıza Nur gelmektedir. Bu şahıs, ilk dönemlerde Kemal Atatürk’ün yakınında bulunuyordu. Elinde askeri imkânları olmasına rağmen Arnavutluk’u kaybetmesiyle bilinir. Kemal Atatürk, Arnavutluğu kaybetmesine sinir-lenmiş ve bu sebeple Rıza Nur’u etrafında görmek istememiştir. Rıza Nur’un Kemal Atatürk’e olan düşmanlığının temeli tam buraya dayanmaktadır. Rıza Nur, sessiz sedasız İngiltere’ye hicret etmiş ve bu ülkenin en köklü müzesine, yazdığı kara propaganda içerikli kitabını teslim etmiş ve 60 yıl sonra yayınlanmasını istemiştir. Kemal Atatürk’ü karalayan ve vatansever olarak kendini takdim eden bu akıl fukarası şahıs, yazdıklarını Osmanlı ve İslam düşmanı olan İngilizlere emanet etmiştir. Yazdığı kitabında kendisinin bir akıl hastası olduğunu açıkça beyan ederken, kitabını da Kemal Atatürk’e hakaretlerle bezemiştir. Bu şahısla benzer özellikleri taşıyan, kendisine ‘Üstat’ denilmesinden pek hoşlanan Kadir Mısıroğlu da Kemal Atatürk’e, İstiklal Marşı Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’a ve Kudüs Fatihi Sultan Selahaddin Eyyubi’ye ağır hakaretlerde bulunmaktadır. Ortada gezen bilgiler de gösteriyor ki; bu şahıs da aklı ile büyük bir sorun yaşamaktadır!

Bildiğimiz üzere Said-i Nursi, bir İslam âlimidir. İlmine diyeceğimiz yoktur; ancak Kemal Atatürk, bu şahıstan doğu halkını işgallere karşı örgütlemesini ve motive etmesini istemişti. Saygı duyduğumuz din âlimimiz, Kemal Atatürk’ün verdiği bu görevi maalesef; “kitap yazmam gerekiyor” diyerek geri çevirmiş; işgaller tüm hızıyla devam ederken, Kemal Atatürk’ü ve silah arkadaşlarını namaz kılmaya davet etmekle yetinmiştir. Bu şahsa göre namaz kılmak, vatan savunmasından daha önemliydi. Nurcular, sitelerinde ve kitaplarında Said-i Nursi’nin Ruslara esir düştüğünü yazıp çizmişlerdir; ancak bu din âliminin hangi savaşlara katıldığını ve hangi savaşta Ruslara esir düştüğünü somut delillere dayandıramamışlardır. Said-i Nursi’nin bu inanılmaz tavrı neticesinde Kemal Atatürk, başta Ahmet Sunisi olmak üzere bir kısım Arap şeyhlerini İstanbul’a davet etmiş ve Said-i Nursi’nin almak istemediği görevleri vermiştir. Görevi kabul eden Türk ve Arap din adamları, emperyalizme karşı hem kendi çıkarları ve hem de Türk Milletinin ve Devletinin çıkarları için tarihi bir görevi yerine getirmişlerdir! Yani Dünya Liderleri arasında en seçkin asker ve devlet adamı olma özelliğini halen koruyan Kemal Atatürk, görüldüğü gibi kimlerin karalama-larına maruz kalmıştır.

Ortadoğu Coğrafyası, gerek dini ve gerekse iktisadi bakımdan çok önemlidir. Bu önemli özelliklerinden dolayı pek çok ülke bu coğrafyaya sahip olmak istemiştir. Türkler, 11. yüzyılda bu bölge halklarıyla siyasi, iktisadi ve kültürel anlamda pek çok konuda iyi ve olumlu ilişkiler kurmuş; bu ilişkiler sonucunda Osmanlılar, 400 yıl boyunca bu coğrafyayı kontrolü altında tutabilmiştir. Bu uzun süreçte Ortadoğu halkları, huzurlu ve güvenli bir dönem yaşamıştır.

1. Dünya Savaşı yıllarında İngiltere ve Fransa, Mekke Emiri Şerif Hüseyin ile görüşerek Ortadoğu Coğrafya’sında Araplara bağımsız krallıklar vereceklerini söylemişlerdi. Bu boş sözlere itibar eden Şerif Hüseyin, Osmanlı’ya isyan ederek Türk-Arap dostluğunu bozmuştur. Ancak ne var ki; Şerif Hüseyin’in ve Batılıların boş laflarına itibar eden Irak, Suriye, Filistin, Lübnan, Ürdün ve Mısır ileri gelenleri, ülkelerinin işgal edilmekte olduğunu görünce yeniden Kemal Atatürk’ün etrafında toplanarak işgalcilerden kurtulmak istediklerini belirtmişlerdir. Kemal Atatürk; dünya liderine yakışan bir yaklaşımla İngiltere ve Fransa karşısında uyanışa geçen bu Arap ülkelerini des-tekleyerek, emperyalizmin Arap coğrafyasına girmesine engel olmaya çalışmıştır.

Kemal Atatürk, 1923 yılında cumhuriyeti ilan ettikten sonra başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa ülkeleriyle de çeşitli konularda anlaşmalar yapmıştır. Türkiye, 1920’li yıllarda Rusya ile, on iki ada sebebiyle de İtalya ile sınır komşusu olmuştur.

Kemal Atatürk, Lozan Anlaşması ile batılı devletlerle olan sorunlarını çözüme kavuşturmuş; Türkiye’nin daha ileri seviyeye ulaşması için üretime dayalı bir tarım politikası uygulanmasına ve etkin bir dış politikanın uygulanmasına karar vermiştir. İran ve Afganistan haricindeki tüm Ortadoğu Coğrafyası fiilen Osmanlı idaresinden çıkmış olsalar da hukuken Osmanlı egemenliğinde bulunuyordu. Ancak; Osmanlıların, 1. Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılması neticesinde Arap ülkeleri, İngiltere ve Fransa’nın egemenliğine geçmiştir. Bu işgallerin temeline bakıldığında Şerif Hüseyin’in Osmanlı düşmanlığını ve Arap Şeyhlerinin emperyalistlere karşı cihat ilan etmesine rağmen Arapların bu cihat çağrılarına itibar etmeyerek emperyalistlerin yanında yer aldıklarını görebiliriz.

Hiç kuşku yok ki; Kemal Atatürk’ün başlattığı bağımsızlık mücadelesi, İtilaf Devletleri’nin Mondros Anlaşmaları’nı hiçe sayarak Türk yurdunu işgal etmesiyle başlamıştır. Emperyalistler, bir yandan Türkiye’yi işgal ediyor, diğer yandan da Arap Coğrafya’sında yeni sömürge devletler ku-ruyorlardı.

Kemal Atatürk’ün temel ilkesi; Milli bir Türk Devleti kurmaktı. Kurulan yeni devlet; Lozan Anlaşmaları gereğince artık Ortadoğu Coğrafyası’nda herhangi bir hak iddia etmeyecekti.

Büyük Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk, verdiği bağımsızlık mücadelesinin yalnızca Türk Milleti’nin mücadelesi olmadığını şu sözleriyle belirtmiştir: “Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnızca Türkiye’ye ait değildir. Müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin ve bütün şarkın davasıdır” Kemal Atatürk; Anadolu’da, yedi düvele karşı verdiği mücadeleyi kazanmakla batılı emperyalist devletlerin de azim ve kararlılıkla yenilebileceğini Arap Dünyası’na göstermiştir. Bundan cesaret alan Araplar, Kemal Atatürk’ü bir kurtarıcı olarak görmeye başlamışlardır. Kemal Ata-türk, kurduğu yeni Cumhuriyet Devleti’nde bir takım köklü reformlar yapmıştı. Örneğin, 3 Mart 1924 yılında Hilafeti resmen kaldırdığını duyurmuştur. Emperyalistler, aydın-siyasetçi ve Arapları Atatürk’e karşı kışkırtmıştır. Emperyalistler, Kemal Atatürk’ün Hilafeti kaldırmakla büyük bir yanlış yaptığını, İslam’a büyük darbe vurduğu yaygarasını koparmışlardır. Kemal Atatürk, emperyalistlerin niyetlerini çok iyi bildiği için Laikliği hiç vakit geçirmeden hayata geçirmiştir. Şayet Kemal Atatürk, baskılara boyun eğerek Hilafeti devam ettirseydi; bu hilafet emperyalistlerin gölgesinde bir hilafet olacaktı; ne Türk Milleti’ni ve ne de Arap Dünyası’nı temsil edemeyecekti. Bu noktada diyebiliriz ki, asırlar ötesini gören Kemal Atatürk, aynı zamanda usta bir niyet okuyucu ve usta bir plan bozucudur! Kemal Atatürk’ün başarılı politikaları devam ederken; hilafetin kaldırılmasıyla büyük bir şok yaşayan Güney Asya Müslümanları, daha sonra Kemal Atatürk’ün haklı olduğunu görüp, Türkiye’ye verdikleri desteği aynen devam ettirmişlerdir.

Türk devrimlerinin, İslam Dünyası’ndaki etkilerini iki yönde analiz edebiliriz:

a-) İlk zamanlar İran ve Afganistan, daha sonra da Cezayir, Tunus, Pakistan Türk İnkılâplarını örnek almışlardır, doğal olarak bu ülkelerde bir Türk sevgisi oluşmuştur.

b-) Lozan’da çözümlenemeyen Musul sorunu, İngiltere ile 1926 da çözülmüştür. Bundan sonra Irak’la ilişkiler iyi yönde gelişmiştir.

Türkiye’de yapılan köklü reformlar, Arap dünyasının Türkiye’ye olan ilgisinin azalmasına sebep olmuştur. Türk inkılâpları, Arap dünyasında batılılaşma, dinsizleşme olarak algılandı ve bu yönde ciddi propagandalar yapıldı. Ayrıca güçlenen Türkiye’nin, yeniden Arap Coğrafyası’nda hâkimiyet kuracağı endişesi belirdi. İşte bu sebepler neticesinde Türk- Arap ilişkileri yeniden bozuldu.

Türk-Arap ilişkilerini güçlendirmek, emperyalizme karşı ortak tavır koymak anlamında Sadabat Paktı’nın önemi çok büyüktür.

İran, Ortadoğu Coğrafyası’na yaklaşan İtalyan tehlikesine karşı bir savunma sistemi oluşturmak maksadıyla, Cenevre’de 2 Ekim 1935 yılında Türkiye, İran ve Irak bir üçlü anlaşma yapmış; an-cak bu anlaşmanın hemen hayata geçirilmesi mümkün olmamıştır. Çünkü İran ile Irak, Türkiye ile de İran arasında sınır sorunu bulunmaktaydı. Ancak İtalya’nın Habeşistan’ı işgal etmesi bu üç devleti bir araya getirdi ve aradaki sorunlar çözüme kavuşturuldu.

8 Temmuz 1937 tarihinde Tahran-Sadabat Sarayı’nda Türkiye, İran, Afganistan ve Irak, Sadabat Paktı adını alan bir anlaşmaya imza attılar. Bu anlaşma metnine göre:

a-) Anlaşmaya imza atan ülkeler dostluk ve ilişkilerini devam ettirmeyi,

b-) Milletler Cemiyeti’ne bağlı kalmayı,

c-) Birbirlerinin iç işlerine karışmamayı,

d-) Ortak sınırlarına saygı göstermeyi,

e-) Ortak çıkarları ilgilendiren meselelerde birbirine danışmayı,

f-) Birbirlerine karşı saldırı hareketine girişmemeyi ve saldırı amacı taşıyan siyasi oluşumlara katılmamayı kabul etmişledir.

Sadabat Paktı, Yakın Doğu’da barışı ve güvenliği teminat altına alarak dünya barışına katkı sağ-lamak amacı ile imzalanmıştır. Bu anlaşmayla; Asya ve Afrika’da egemenlik kurmak, bu bölgeleri sömürgeleştirmek isteyen İtalya’nın durdurulması düşünülmüştür. Hiç kuşku yok ki; bu an-laşmalara Kemal Atatürk’ün şu veciz sözü damgasını vurmuştur: “Yurtta barış, dünyada barış” Netice itibariyle Türkiye, bu anlaşmalarla hem emperyalizmin önüne geçmiş ve hem de doğu sınırlarını güvence altına almıştır.

Cumhuriyetimizin Kurucusu Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın ilgisi sadece Ortadoğu Coğrafyası ile sınırlı kalmamıştır. Gazi Paşa, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” anlayışıyla Balkan ülkeleriyle olan ilişkilerini de şekillendirmiştir. Bu bakımdan Gazi Paşa’nın Balkan politikalarına değinmezsek konu eksik kalır.

Kemal Atatürk, dış politikasını ulusal çıkarlar, güvenlik ve barışın korunması üzerine kurmuştur. Bu ilkelerle hareket eden Gazi Paşa, tarihi bağlarının olduğu ve stratejik açıdan önem taşıyan Balkan devletleriyle de ilişki kurmuştur. Bu diplomatik ilişkiler, Türkiye ile Balkan devletleri arasındaki sorunları çözmeye yönelik olmuştur. Sorunların çözülmesinden sonra ikili anlaşmalar yoluyla ilişkiler daha da güçlendirilmiştir. Bu aşamayı da başarıyla tamamlayan Gazi Paşa, bal-kan ülkelerinin güvenliğinin de sağlanması gerektiğini biliyordu; bu nedenle 1934 yılında kuru-lan Balkan Paktı’na öncülük etmiştir. Gazi Paşa, Balkan ülkeleriyle ilişkilerini güçlendirirken ve sorunları çözerken şu temel esaslar üzerinden hareket etmiştir.

a-) Yunanistan ile ilişkiler: 1923 yılında imzalanan Lozan Anlaşmasıyla Türkiye’nin iki balkan ülkesi olan Yunanistan ve Bulgaristan ile Trakya sınırları belirlenmiştir. Lozan’ın 2. maddesi uyarınca Yunanistan ile Türkiye arasındaki sınırın Trakya’da Meriç Nehri’nin akın yolu olması karara bağlanmıştır. Türkiye’nin Bulgaristan ve Yunanistan ile olan Trakya sınırının iki yakasındaki toprakların 30 km’lik bölümünden askerler çekilmiştir.

b-) Ege Adaları konusu: İmroz, Bozcaada ve Tavşan Adaları’nın Türkiye’ye bırakılması Lozan Anlaşması’nın 12. maddesiyle kararlaştırılmış; Doğu Akdeniz Adaları olan Limni, Semendirek, Midilli, Sakız, Sisam ve Nakarya adaları da Yunanistan’a bırakılmıştır. Ayrıca Asya kıyısından 3 milden az uzaklıkta bulunan adalar Türk egemenliğine bırakılmıştır.

c-) İnsani ve Mali Sorunlar: Yunanistan’ın savaş tazminatını ödeyemeyecek durumda olduğunu bilen Türk heyeti, Avrupa tren yolunun geçtiği ve fakat Yunanistan’a bırakılmış olan Karaağaç karşılığında tazminat borcundan vazgeçmeyi teklif etmiştir. Yunan heyeti de bu teklifi ekonomik şartlarından dolayı derhal kabul etmiş ve Karaağaç’ın Türk tarafına bırakılmasını 15 sayılı bir ek protokol ile kabul etmiştir.

d-) Patrikhane konusu: Türk Heyeti, yeni Türk Devleti’nin laik yapılı bir devlet olmasından dolayı, dini bir kurum olan Patrikhane’nin Türkiye’deki faaliyetlerine son vermesini istemiştir. Ancak pazarlıklar neticesinde Lord Curzon, azınlıkların (Rumların) Türkiye adına askerlik yapmalarını, ayrıca ruhani yetkileri dışındaki tüm yetkilerinden vazgeçtiğini beyan etmiştir.

e-) Nüfus Mübadelesi: Bu anlaşma 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanmıştır. Anlaşmaya göre; Türk topraklarında oturan Rum-Ortodoks dininden Türkler ile Yunan topraklarında oturan Müslüman Yunan uyrukluları zorunlu mübadeleye tabi tutulmuşlardır. Bu kimselerden hiç biri Türk Hükü-meti’nden izinsiz Türkiye’ye veya Yunan Hükümeti’nden izinsiz Yunanistan’a yerleşemeyecektir. İstanbul’da oturan Rumlar ve Batı Trakya’da oturan Müslümanlar bu anlaşmalar dışında tutulmuştur. Belirli esaslara bağlanan bu protokoller fazla zaman geçmeden birtakım sorunlar üretmeye başlamış; bu sorunlar 1 Aralık 1926 yılında imzalanan “Etabil Anlaşması” ile çözülmeye çalışılmıştır. Ne var ki; Yunanistan, mübadele uygulaması sonunda 4,5 milyonluk ülkeye yaklaşık 1,5 milyon kişinin daha eklenmesini ekonomik bir sıkıntı olarak görmüş ve İstanbul’da oturan Rumları yerleşik gibi göstermeye çalışmıştır. Sorun, her ülke tarafından 1925 yılında Milletler Cemiyeti’ne taşınmış, ancak cemiyet bu sorunu çözemeyince Yunanistan Batı Trakya’da yaşayan Türklerin mallarını ellerinden alarak göç eden Rumlara devretmiştir.

Bütün bunlar yaşanırken, Bulgaristan, ‘Büyük Bulgaristan’ idealiyle bir dış siyaset izlemeye yönelmiştir. Bulgaristan’ın bu politikası Yunanistan’ı endişelendirmiş ve Yunanistan Başbakanı Venizelos, bu tehlikeden sıyrılmak amacıyla 1930 yılında Türkiye’ye resmi bir ziyaret yapmıştır. Türk-Yunan Hükümetleri 7 yıldır devam eden Mübadele sorununu yeniden görüşerek bir anlaşma imzalayarak çözüme kavuşturmuştur. Yapılan anlaşmaya göre; doğum tarihi ve yeri neresi olursa olsun tüm Türkler ve Rumlar ‘Etabil Anlaşması’ kapsamına alınmıştır. 30 Ekim 1930 tarihinde imzalanan “Dostluk-Tarafsızlık-Uzlaşma ve Hakemlik Anlaşması” uyarınca; taraflar birbirlerine karşı yönelen hiçbir siyasi ve iktisadı anlaşmaya ya da tertibe katılmamayı, taraflardan birisi, bir ya da birkaç devletin saldırısına uğrarsa tarafsız kalmayı, iki ülke arasındaki sorunların mutlak surette diplomatik yollarla çözüleceğini kabul ve beyan etmişlerdir.

İki ülke arasında yapılan bu anlaşmalar; Bulgaristan’ın Trakya üzerinden Ege sularına inme ve Yunanistan’a saldırma ihtimalini ortadan kaldırmıştır. Yunanistan, yapılan bu anlaşmayı oldukça karlı görürken; Bulgaristan ise Türkiye’nin bu tavrını düşmanlık olarak görmüştür. Ancak Türkiye, Bulgaristan ile olan ilişkilerini Balkan Savaşı sonrasında normale dönüştürebilmiş ve 1. Dünya Savaşı sırasında Türkiye ve Bulgaristan aynı ittifak içinde yer almıştır. Bu gelişmenin bir sonucu olarak Türkiye Sofya’da bir elçilik açmış; 18 Ekim 1925 yılında bir Dostluk Anlaşması imzala-mıştır.

Türkiye, Yunanistan ve Bulgaristan ile ilişkilerini anlaşmalarla sağlam temeller üzerine kurarken Romanya’yı da ihmal etmemiştir. Türkiye ile Romanya arasında herhangi bir azınlık ve sınır sorunu bulunmuyordu. Bu sebeple yapılan anlaşmalar gayet başarılı bir şekilde yapılmıştır. Bu durum, Balkanlardaki istikrarın devamlılığı açısından bir hayli önem taşımıştır.

Genç Türk Devleti, Kemal Atatürk’ün izlediği iç ve dış siyaset sayesinde sağlam temeller üzerine inşa edilmiştir. Üretime dayalı sanayi ve tarım alanlarında milli bir ekonomi politikası izleyerek, dar bütçe ile Türkiye’yi dünyanın gıpta ettiği bir ülke haline getirmiştir. Kemal Atatürk’ün vefatından sonra iktidara gelenler, birkaç dönem bu politikalara sadık kalmış; ancak sonraki iktidarlar döneminde milli politikalar birer birer terk edilmiştir. Türk politikaları, özellikle 1950’li yıllardan itibaren ABD eksenli bir hüviyet kazanmıştır. Bu sürecin sonuçlarına baktığımızda her halimizle, her politikamızla ve her davranışımızla Avrupalıya benzediğimizi görebiliriz. Özellikle 2002 yılından itibaren geliştirilen Türk politikaları tam anlamıyla ABD patentli olmuştur. Günümüz Başbakanı bile ABD patentli politikaları kendi milli politikası olarak görmüş ve bunu çeşitli zamanlarda ifade etmiştir; zira kendisi BOP eşbaşkanı olduğunu her fırsatta bir gurur vesilesi olarak açıkça beyan etmiştir. 2002 yılında iktidara gelen hükümet; madenleri yabancı sermayeye devretmeye, Atatürk’ün ve sonraki hükümetlerin bin bir zorlukla kurduğu dev sanayi kuruluşlarını, köprüleri, barajları, limanları, haberleşme sistemlerini, PTT’yi ve daha pek çoklarına binaen vatan topraklarını da özelleştirme kapsamına alıp, yabancılara satmakta ve satmaya devam etmektedir. Özelleştirmelerle elde edilen gelirlerle ne acıdır ve ne düşündürücüdür ki, kamu borçları, dış ticaret açıkları ve bütçe açıkları kapatılmaya çalışılmaktadır. Bu durum; dökme su ile değirmen çevirmeye benzemektedir. Son olarak şunu hatırlamakta ve hatırlatmakta fayda vardır: Kemal Atatürk, ülkemizin madenlerini birer birer tespit ettirmiş, yapılan araştırmalarla ülkemizin zengin maden yataklarına sahip olduğunu görmüştür. Ülkemizin zengin, müreffeh bir toplum olması için; bilim ve teknoloji alanlarında Avrupalı devletleri geçerek muasır medeniyet seviyesine ulaşması için madenlerimizi milli bir anlayışla işletmeyi hedeflemişti. Ancak Gazi Paşa’nın ömrü bu ideallerini gerçekleştirmeye yetmemiştir. Son nefesini vermeden evvel madenlerimize sahip çıkılmasını vasiyet etmesi bir hayli düşündürücüdür.



Kaynak: Atatürk'ün Ortadoğu ve Balkan Politikaları

Yazar Hakkında: